DOĞU TANRILARI

Doğuluların Tanrıları insanın tasarlayabileceği en yüksek yetkinlik idealini temsil etmez. Her tanrı kendi alanında bir güçtür ama başka tanrılarla sınırlıdır ve yaradılış sırasında konulan kozmik yasalara tabidir. Tanrısal doğa ruhun ancak zaman zaman yakaladığı yeniden doğuş fırsatlarında değerlendirebildiği imrenilecek bir durumdur. Ne var ki ruhun uzun yolculuğunda son durak da değildir. Gerçek bilgeler düşünme güçleri ile bireysel sınırların ötesine geçerek tanrıları bile aşmışlardır. Hiçbir koşula bağlı olmayan büyük “bütün”e kesinkes ulaşanlar yalnız onlardır. Dolayısı ile bilgeler bu durumda Civanmukta yani yaşarken kurtulmuşlar diye anılır ve mahatma yani “büyük ruh” adıyla kutsanırlar. Bu kavramlar Tanrı ile insan arasında öz bakımından tektanrılı semavi dinlerden farklı bir anlayışı yansıtır. Tanrısal olanla insani olan birbirinden sadece bir derece farkı ile ayrılır.

Dinsel duygunun gelişimi bölgelere göre farklılık gösterir. Antikçağda Çin’de ilk ibadet Shangdi denilen tek bir büyük Tanrıya en üstün hükümdara yönelir. Sevgi ve günah korkusu uyandıran bu tanrının meskeni gökyüzüdür. Japonya’da “tanrı” veya “yaratıcı” olarak tercüme edilen “kami” terimi gerçekte korku uyandıran bütün olayları belirtir. Bu terim özellikle Sinto dininin (Sinto kamilerin yolu anlamına gelir) tanrısal figürlerini kapsar. Bunlardan biri olan güneş tanrıçası Amaterasu özellikle vurgulanır. Onun torunu yeryüzüne inip Japon hanedanını kurmuştur .O halde Japon imparatoru “kami”dir.

Bütün Doğuda tanrısal olanın gücü ve insan üzerindeki etkisi en iyi ifadesini Hindistan’da bulur.

Hinduizm eskiyen Brahman dinini üçüncü yüzyılda yenilenen halidir. Hinduizmde yaklaşık iki-üç yüz milyon civarında tanrı vardır ama bütün bu tanrılar tanrısallığın tek bir kavramına birleşiyorlardı. Mutlak. Ait oldukları kast hangisi olursa olsun Hindular Mutlak’a “Brahman” adını vermişlerdi. Yani saf varlık, sınırsız olan, sonsuz olan, biçimi olmayan bir bütün. Ve günümüzde Yunus Emre ve Mevlana gibi mistiklerinde anlatmak istediği gibi her bireyin içinde kendine özgü bir mutlaklık vardı ve buna “Atman” diyorlardı. Yani kişinin kendisi. Brahmanlıktan önce Hindistan’da tek bir tanrıça vardı:Aditi. Ana yaşam kaynağı. Sonradan Brahmanlar Hindistan’ı ele geçirince bu büyük Tanrıça sayısız erkek tanrıların arasında kayboldu gitti. Ama Hindular doğanın düzenine saygılıydılar ve her tanrıya bir tanrıça ve her birine de bir görev verdiler. Yani her etkinlik için ya bir tanrı ya da bir tanrıça vardı. Zenginlik için Tanrıça Lakshmi, sanat için Tanrıça Sarasvati, aile ve iş için Tanrı Ganesh gibi. Çoğu diğer dinlerin aksine, Hinduizm tek bir ilaha tapınmayı öngörmez. Bir Hindu, Shiva, Vishnu, Rama, Krishna veya diğer tanrı ve tanrıçalara tapabilir ya da her ferdin içinde yer alan Yüce Ruha veya Yıkılmaz Ruha inanabilir ve hala Hindu olarak anılabilir. Bu Hinduizmin ne derece çelişkiler içerdiğinin bir işaretidir. Terazinin bir yanında Nihai Gerçek yolunda bir arayış, diğer tarafında ise ruhlara, ağaçlara ve hayvanlara tapan mezhepler vardır. Hinduizm’de sadece tanrı ve tanrıçalarla ilgili değil, güneş, ay, gezegenler, nehirler, okyanuslar, ağaçlar, ve hayvanlarla da ilgili festivaller ve törenler vardır. En popülerleri Deepawali, Holi, Dussehra, Ganesh Chaturthi, Pongal, Janamasthmi ve Shiva Ratri festivalleridir. Hinduizmi ilginç kılan ve Hint geleneğini zenginleştirip renklendiren bu sayısız festival etkinlikleridir. Hint Mitolojisi ve Yaşayan Tanrılar Mahabharata ve Ramayana gibi epik kahramanların ölümsüz olduğuna ve insanlar gibi hayatta olduklarına inanılır. Hinduizm tanrıları hem insanüstü hem de insan gibidir ve onlara karşı ayrı bir sıcaklık ve aşinalık duygusu vardır. Ramayana kahramanı Rama, onur ve cesaret gibi nitelikleri temsil eder ve bir erkeklik modeli olarak görülür. Karısı Sita tipik bir Hint kadınıdır ve kocasıyla beraber sürgünde iken Lanka Kralı Ravana tarafından kaçırılmıştır. Sita’nın Rama ve kardeşi Lakshmana ve sadık maymunu Hanuman tarafından kurtarılışı bu son derece ilginç hikayenin etrafında örülmüştür. Bu epikten çeşitli hikayeler nesilden nesile anlatılagelmiştir. Dini fuarlar, festivaller, ve ayinler bu efsaneleri canlı tutmuştur ve her etkinlik eski hikayelerin yeniden anlatılması için bir fırsat olmaktadır. Mahabharata’daki heyecan verici metinler yakın akraba olan Pandavalar ve Kauravalar arasındaki hanedan kavgasının hikayesini anlatır. Lord Krishna bu büyük epikte çok önemli bir rol oynar. Kendisi Pandavalardan Arjuna’nın arkadaşı, rehberi ve filozofudur ve Arjuna savaş alanlarında akrabalarını öldürmekte tereddüt gösterdiğinde ona bu tereddüdü aşmasında yardımcı olur. Krishna’nın hikmetli felsefesi ve öğretileri Bhagwad Gita’da yazılmıştır. Krishna, çocukken tereyağ çalan, gençken de flüt çalıp yaramazlık yapan bir tanrı olarak bilinse de yetişkin yıllarında daha ciddi tarafının ön plana çıktığı hikmetli bir filozof olarak tasvir edilmiştir. Hindistan’ın tamamında Hinduların taptığı birçok tanrı ve tanrıça vardır. Bunların arasında Hinduizm için en önemli olanı sırasıyla yaratıcı, koruyucu ve yok edici olarak bilinen Brahma, Vishnu ve Shiva üçlemesidir. Brahma’nın pusuladaki dört yöne tekabül eden dört başı vardır. Hayatı ve tüm evreni yarattığına inanılır. Vishnu doğum ve yeniden doğum devr-i daimini yöneten koruyucudur. Ayrıca dünyayı kötü güçlerden korumak için çok defa dünyaya geldiğine dair bir inanış vardır. Rama ve Krishna’nın Vishnu’nun enkarnasyonu olduğu düşünülür. Genellikle boynuna sarılı bir kobra yılanı ile görülen Shiva tüm kötülükleri yok eder ve bir çok enkarnasyonu vardır. Görülemeyen tanrılar ilahi güçleri sembolize eden bir çok imaj ve idollerle temsil edilir. Birçok idol tanımsız güzelliğe ve ihtişama sahip süslü tapınaklarda korunur.

Sekizinci yüzyılda bilge kişiler Aranyaka ve Upanişadlar adlı risalelerde bu konuları işlemeye başladılar. Upanişadlar M.Ö. beşinci yüzyılın sonuna gittikçe yaygınlaştı ve sayıları bu tarihlerde 200 civarına ulaştı. Upanişadlar tanrıları aşan ama varolan her şeyde mevcut kendine özgü bir tanrısallık kavramı geliştirmiştir.

“Bütün bilgiler ve bütün hikmetler tıpkı alev alev yanan bir ateşten sıçrayan kıvılcımlar gibi Tanrıdan zuhur eder. Ölümsüzlüğün sırrı, kalbin arınması, derin düşünme ve insanın manevi aleme dönük gerçek Ben’inin (Atman) Tanrı (Brahman) ile aynı varlık olduğunu idrak etme yoluyla bulunabilir. Çünkü ölümsüzlük Tanrıya ulaşmaktır. O’ndan başka gören, işiten, düşünen, bilen yoktur. O görünmez ama görür, işitilmez ama işitir, düşünülmez ama düşünür, bilinmez ama bilir. Bu manevi yönetici senin kendi özünde gizli olan gerçek Ben’dir, senin Atman’ındır. Mutlak Atman Tanrı’nın kendisidir.” Bütün dünya bütün varoluşun derindeki anlamı olan Brahman’ın gizemli varlığından yükselen tanrısal etkinlik olarak görülmüştür. Upanişadlar insanları herşeye bir Brahman anlayışı içerisinde yaklaşmaya teşvik etmiştir.

M.Ö. 538 yıllarında Siddharta Gautama isimli genç bir adam şahane evini, güzel karısı ve oğlunu terketti ve dilenci keşişliğe başladı. Etrafındaki ıstırabın boyutları karşısında dehşete düşmüş bir halde çevresinde her şeyde gördüğü varoluşun ıstırabını sona erdirecek gizi keşfetmek istedi. Altı yıl boyunca değişik Hindu gurularının kapılarında dolaştı, kendine korkunç işkenceler yaptı ama bir sonuca ulaşamadı.Bilgelerin öğretileri onu etkilemedi. Çektiği acılar onu daha da umutsuzluğa itti. Bu yöntemleri tamamen terkedip vecd haline geçtiği bir gece aydınlanmaya ulaştı. Bütün evren şenlendi, yeryüzü sallanmaya başladı, gökten çiçekler yağdı, hava tatlı esintilerle doldu ve kendi alemlerindeki tanrılar sevindiler. Pagan anlayışında olduğu gibi tanrılar doğa ve insanoğlu bir kez daha sevgiyle kenetlendiler. O aydınlanmış kişi yani Buda olmuştu. Geleneksel panteonun iki tanrısı Maha Brahma ve Sakra Buda’ya gelerek yöntemini dünyaya açıklaması için yalvardılar. Öğretinin Tanrıyla bir alakası yoktu. Buda, kendi kültürel donanımının bir parçası olması nedeni ile kısmen de olsa tanrıların varlığına inanmaktaydı ama onların insanlara pek faydası olduğunu düşünmüyordu. Buda’ya göre onlar da diğer bütün varlıklar gibi yeniden doğuş döngüsü içindeydiler ve eninde sonunda kendileri de yok olacaklardı. Ama diğer yandan da yaşamının en önemli anlarında tanrıların kendisini etkilediğini ve üzerinde etkin rol oynadıklarını düşünüyorlardı. Dolayısı ile Buda tanrıları reddetmemekte ama edebi Gerçek nirvananın tanrılardan yüksek olduğunu düşünmekteydi.



ŞİNTOZİM'DE TANRI ANLAYIŞI

Şintoizm özellikle Kami’lere yani ölülerin ruhlarına tapınıştır. Japoncada Kami sözcüğü genel olarak konuşanın üzerinde olan herşey anlamına gelir. Ölülerin ruhları tanrılaşarak yaşayanlar arasında dolaşmayı sürdürürler, mezarlarında kalırlar, eski evlerde, kendilerinden sonraki çocuklarının konutlarında kalırlar. Çocukları ile torunlarının sevinçlerine, kederlerine ortak, onların hal ve gidişlerine gözkulak olurlar. Ölerek doğaüstü birtakım güçlere sahip olmuşlardır. XII – XIX yüzyıllarda Şintoizm’in bir yorumcusu olan Hirata’nın da yazdığı gibi tüm ölüler tanrı haline gelirler. Doğa olaylarını yöneten onlardır, dünyayı nüfuslandırırlar, tarlaları bereketlendirirler, mevsimlerin geri gelmelerini sağlarlar, ayrıca afetlerle kıtlıklara da neden olurlar. İyilikte olduğu kadar kötülükte de güçlü olduklarından yaşayanlar onların anılarını koruyup armağanlar sunarlarsa iyicil, onları unutup ihmal ederlerse kötücül davranırlar. Ödül verdikleri gibi ceza da verirler.

Kimi metinlere göre sekiz milyon Kami vardır. Daha güçlü olan kimi ruhlar gerçek tanrılar haline gelmişlerdir ve bunlarla ilgili çok eski efsanelere rastlanılır. Birbirleriyle kardeş, aynı zamanda sevenle sevilen olan iki tanrı vardır, birinin adı İdzanagi (davetkar erkek), ötekinin adı da İdzanami (davetkar dişi)’dir. Öteki tanrılar bu ikisine dünyayı yaratma işini vermişlerdir. Kadın “ilk kez konuştuğundan” ilk zamanlarda çocukları eksik, düşük doğar. Örneğin bir seferinde de sülük biçiminde çocukları olur ki bunu kamıştan yapılma küçük bir kayığa koyup suya salıverirler. Sonra “erkek konuşur” bunların kardeşçe ve tanrısal sevişmelerinden Japon adaları, son olarak da doğa tanrıları doğar.

İdzanami son çocuğu olan ateş tanrısını doğururken ölür. İdzanagi sevgilisini ve kardeşini bulmak için cehenneme iner. Yeraltı tanrılarına verdiği söze karşın İdzanami’yi görmek arzusuna dayanamadığından cehennemden kovulur. Gidip bir nehirde arınır. Burnundan akan sudan Susanoo (şanlı ve sert erkek) doğar, ki bu okyanus üzerinde hüküm süren fırtına tanrısıdır. İdzanagi’nin sağ gözünden düşen bir damladan ay tanrısı olan Tsuki-nokami doğar. Sol gözünden düşen bir damladan da güneş tanrıçası olan Ameterasu doğar.



İRAN DİNLERİ VE TANRILARI

Hindulardan ayrılan İranlılar büyük tanrıları Ahura Mazda (Bilgelerin mükemmeli Mevla)’nın adı dolayısıyla Mazdeizm denen dini kurmuşlardır. Bu din yüce tanrının yanına Mithra ile bir de Anahita adlı ana-tanrı koyar. Manteizm’den sonra Zerdüşt peygamber tarafından kurulan zerdüştlük İran’da bulunan çoktanrıcılığı tektanrıcılığa doğru yöneltmiştir. Zerdüştlük herşeyden önce Ahura Mazda adlı yüce tanrıya tapmaktan ibarettir. Ahura mazda parlak, görkemli, çok büyük, çok iyi, çok güzel yaratan’dır. Çok bilge bir ruhtur. Işığın, saflığın, gerçekliğin tanrısıdır. Azıcık değeri olan tüm özgünlükler, vergiler ve en başta yaşama özgünlüğüyle ölmezlik özgünlüğü ondan gelir. Ahura Mazda’nın ölmez azizler diye adlandırılan yarı-tanrı yardımcıları da vardır ve daha önceki dinlerin ikinci derecedeki tanrıları çoğu zaman bunlarla eş tutulur. Felsefi açıdan bir dualizm olan Zerdüştlük, iyilik ilkesinin karşısına kötülük ilkesini çıkarır ki bu sonuncunun adı Angra Mainyu’dur, fakat çoğu kez Ehrimen diye de adlandırılır. Asıl güç dünyada kötü olan şeyin ne olduğunu anlatabilmekteydi. Kimi metinler Ahura Mazda’nın özünde iki tali öz, “hipostaz” görmektedirler. Bunlardan biri yaşamın yaratıcısı olan iyicil düşünce, öbürü ölümü doğuran kuşkudur. Yüce varlığın bu ikinci yönüdür ve kendisinden ayrılarak Angra Mainyu haline gelmiştir. Zerdüştlükten sonra Mazdeizm yine eski halk geleneklerine döndü. Ahura Mazda’yı yine ilk safta tutarak Anahita ve Mithra gibi ilkel tanrılara yer verdi.



AFRİKA TANRISI

Afrika Tanrısı insanların arasında pek bulunmaz. Dogon’larda ona Amma denilir. Serer ülkesinde ise adı Roog-Sen’dir. Bu tanrı insanoğlunun yaşamını yönetmez. Bu görevi ruhlar ve atalar üstlenirler. Tanrı sadece bir felaket anında araya girer. Afrika’dan Güney Amerika’ya getirilen zenci kölelerin kurdukları bir din ise hiyerarşik bir Tanrı düzeni kurmuştur. Hiyerarşinin en tepesinde Gökyüzü Tanrısı Obatala-İsa vardı. Ardından Yıldırım tanrısı Shango-aziz Jarome ve üç eşi gelmektedir. Bunlardan Oshun-azize Chandeleure tatlı sular tanrıçası, kardeşi Ogun-aziz Antonie demirhane tanrıçası idi. Yemanja ise tuzlu suların ve aşkın tanrıçası idi ve Afrikalılar onu Bakire Meryem’in kişiliğine sokmuşlardı.



ŞAMANİZM'DE TANRI ANLAYIŞI

Şamanlığı benimseyen halklar aynı zamanda çeşitli kültürlerin, dolayısı ile dinlerin de etkisine açık bulunuyorlardı. Şamanist dünya görüşünde dünya gök, yeryüzü ve yeraltı olmak üzere üç parçadan oluşuyordu. Altay Türklerinde “aydınlık alemi” yukarıdaki dünyayı yani gökyüzünü Tantı Ülgen, yeryüzünü yani orta dünyayı insanlar ve aşağıdaki dünyayı ise Tanrı Erlik ve ona bağlı kötü ruhların oluşturduğu inancı vardı.

Eski Türkler’de ve Moğollarda Tanrı kelimesi Gök ve İlah anlamlarında kullanılmıştır. Yani Türkler ve Moğollar önceleri Gök’e tapınıyorlardı. Tanrı Gök olarak kabul edilmiş ve gök için kullanılan kavram aynı zamanda Göktanrıyı ifade için de kullanılmıştır.

Şamanist halklarda Göktanrı göğün belirli bir katında bulunan ve insana benzeyen bir varlık olarak düşünülmüştür. Altaylarda göğün üç ve dokuz katından sözedilir. Ayin sırasında Şaman bu göğün katlarına yolculuk eder. Bu katlardan yedi veya dokuz katı aşmak gerekmektedir. Bu tabaka veya katların sayısı bazen 17’ye çıkmaktadır.

Tanrı veya en büyük ruh, göğün en üst katında ve insan biçiminde düşünülürmüş. Abakan Türkleri Tanrıdan sözederken onun çadırını bile anlatırlar. Altay Türklerinin inanışlarına göre ise Ülgen altın kapılı bir sarayda, altın bir taht üzerinde otururdu.

Göktanrı çeşitli kudret ve sıfatları ile tanınır. Gökte yaşayan en büyük ruh olarak yeryüzünü, güneşi, ayı ve yıldızları, gökkubbeyi yaratan düzeni sevk ve idare eden, kaderi tayin eden bir güçtür. Herşeye sahiptir. O herşeyi yapabilir. İnsanlara çocuk veren odur. O yalnız iyilik eder, asla kötülük etmez.

Oğuz kitabelerinde Kök tenri deyiminin mavi gök ile yanyana geçtiği yazılıdır. Çin kaynaklarına göre, Hiungnular’da yılın ilk ayında ata ruhlar ile birlikte yer ve gök ruhları için kurban kesmek gelenektir. Vatan toprağı Türklerde de Moğollarda da saygı gösterilen kutsal bir şeydir. Bu kutsallık Göktürklerin hükümet merkezi olan Ötüken ile birlikte birçok dağ ve nehrin tanrısallaşmasını sağlamıştır.

Şamanist düşünceye göre gerek yerde gerek de gökte meydana gelen çeşitli tabiat olaylarının nedeni birtakım ruhlar ve tanrılardır. Uygurlar gök gürlediği zaman haykırmalarla birlikte göğe ok atarlarmış. Bu şekilde ruhları ve tanrıları rahatsız oldukları konusunda uyaracaklarını düşünürlermiş. Yakutlar ise yıldırım düşmesinden kaçınmak için madeni şeylerle gürültü yapıp gök gürültüsünü kaçıracaklarını düşünürlermiş. Onlara göre gök gürlemesi ve şimşek çakması Süge Toyon “Balta Tanrı” yapardı. Tunguzlar ise gök gürlemesini gökteki büyük bir kuşun kanat çırpmasından meydana geldiğini düşünürlerdi ve tanrı huzuruna çıkan şamanları da bu kuş korurdu.



YAHUDİLERDE TANRI ANLAYIŞI

Kitaplı dinlerin en eskisi ve belki de .ilki, Tevratın bildirdiğine göre,Tanrıyı görmüş ve ondan buyruklar almış olan Hz. İbrahimin kurmuş olduğu Yahudiliktir. Hz Musa, Mısırda bir köle yaşamı sürdüren kavmini Fıravun lardan kurtarmak için yaptığı girişimlerde başarı .gösterip Sina çölüne geçtikten sonra, Yahudileri bir disiplin altına alıp örgütlemeye çalışmıştı. İşte bu dönemlerde Sina dağının çalılıkları arasında kendisine bir alev biçiminde görünen Tanrı Yahova'nın direktiflerini almaya başlamıştır. O, tektir, fakat yalnız Yahudilerin tanrısıdır. Tevrat'ın türlü bölümlerinde kaydedildiğine göre, bu tanrı Yahudi peygamberlerine görünür, onlarla görüşür. Hz. Yakubla olduğu gibi güleşir, anlaşmalar yapar, tehdit eder, vaatlerde bulunur ve buyruklar verir. Tüm yöneticilerin akıl ve vicdanlarından geçen düşünler, kararlar ve duygular biçiminde kendi iradesini belirtir. Genel olarak Samî kavimlerde ve özellikle Yahudilerde, kavmin şefleri, kendilerini Yahovanın göndermiş olduğunu, buyruklarıyle önerilerinin tümünü Yahovanın kendilerine bildirmekte olduğunu, bu nedenle de bunlara baş eğilmesi gerektiğini ileri sürerler.Yahova, hem tektir, hem de kimsenin yüzünü görmediği bir ruhtur ve herhangi bir madde, heykel ve simge ile temsil olunamaz. Yahova, evrenin yaratıcısı, koruyucusu, görünen ve görunmeyen her şeyi, düşünce ve eylemleri bilen ölümsüz varlıktır. O, peygamberleriyle yüz yüze konuşur; puta tapanlarla, başka tanrılara inananları, verdiği on buyruğa (Dekalog) uymayanları cezalandırır.

Yahova; Yahudilere Tanrıca onu anmaları için verilen addır. Yahova deyimi O’dur anlamındaki İbranice Yahu deyiminden türemiştir. Tevrat’ın ikinci kitabı olan Exodus’da anlatıldığına göre Tanrının dağı adıyla anılan Horeb’de kendisine görünen Tanrıya Musa “İsrailoğulları senin adını sorarsa ne diyeyim?” der.Tanrıda ona “Ben,Ben olan’ım beni size Ben’im gönderdi dersin.” karşılığını alır. Bu yüzden Yahudiler Tanrıya O’dur anlamına gelen Yahu veya Yaho demişler, daha sonra bu var olan anlamına gelen Yahova’ya dönüşmüştür. Tek Tanrıya inanmadan önce yahudiler Ruhlara inanmakta idiler. İdealist felsefede de olduğu gibi Yahudilik felsefesinde de evrensel gerçeklik olan varlık deyimi odur. Çünkü O’dur deyimi tüm soyutlamaların özüdür. Evrende bütün varolanlar soyutlandığında O’dur deyimine indirgenirler.



HIRİSTİYANLIKTA VE HIRİSTİYANLIĞIN İLK ÇAĞLARINDA VE İSKENDERİYE FİLOZOFLARINDA TANRI ANLAYIŞI

Her din gibi Hıristiyanlık da birtakım toplumsal ve tarihsel zorunluluklardan doğmuştur. Roma imparatorluğunun egemenliği altında bulunan uyruklar ve özellikle, paraya düşkün ve çıkarcı tutkularıyle tanınmış olan Yahudiler, hem devletin, hem de birbirlerinin baskısı yüzünden eziliyor ve herkes, kendi kurtuluş ve esenliğini sağlamak için bencil duygularla yaşamını sürdürmeye çalışıyordu. Bu durum, onları, Musa dininin ahlaksal doğmalarına uymaktan uzaklaştırmış ve .hahamlar gibi din görevlileri de, imtiyazlı bir sınıf gibi kendi güç ve yetkilerini koruyabilmek için bağnazlığın her çeşidini uyguluyorlardı. Bazı Yahudiler, zenginleşmek için gereken. her aracıya baş vurmaktan çekinmiyor, ahlak bakımından korkunç bir çöküntü ve anarşi, İsrailoğullarının ve bunlarla yaşamak zorun da olan öteki insanların ıstıraplarını artırıyordu. Musadan sonra gelmiş olan din bilgeleri ve hahamlar, halkı Tevratın buyruklarına bağlamak için uğrasmışlarsa da, insanları ahlakdışı eğilimlerden kurtarmak için, bu eğilimleri körükleyen nedenleri yok etmeyi düşünememişler, olumsuz bir yöntem olan öğüt vermeye, vaaz etmeye ve korkutmaya başvurmuşlardı. İşte böyle bir toplumsal ve ahlaksal bunalımın yayıldığı dönemde yetişen Nasıralı İsa, halkı, zenginlik, israf, sefahat ve erdem dışı bir yaşam alışkanlık ve özleminden kurtarmak için, çoğunluğu oluşturan yoksul halka, içinde bulundukları sefil yaşamı hoş göstermeye çalışmış, kini, düşmanlığı ve her çeşit çıkar yarışımlarını kınamış, barışı ve bağışlamayı savunmuş, Romalılara karşı da bir çeşit soğuk savaşa baş vurmuştu. Onun savunduğu ahlak doğmaları, Ahdi-Atîk denilen Tevratta vardı. Fakat, halk buna önem vermez olmuştu. İsa'nın getirmiş olduğu yeni dinin Tanrı hakkındaki esasları şöyle özetlenebilir:

Tanrı, kutsal ruhunu bir bakire olan Meryeme üfürmüştür. Bu ruhtan gebe kalan Meryemden İsa dünyaya gelmiştir. Bu itibarla İsa, Tanrı nın oğludur; Tanrı da İsa'nın Babasıdır. Tanrının kutsal ruhu, İsa'ya da geçmiş olduğundan Baba ile oğul arasında bir özgürlük, ya da özdeşlik vardır. Yani Tanrı, İsanın kişiliğinde somutlaşmıştır. Böylece İsa, yalnız Tanrı soyundan gelmiş olmaz. Kendisi de Tanrı olmuştur. Havariler tarafından yazılmış olan dört İncil, onun yaşam serüvenini, mucizelerini, öğütlerini ve çarmıha gerilişini pek küçük bazı farklarla yazarlar. Hıristiyanlık, Tanrı konusunda Üçüzleme denilen üçlü bir dogmaya bağlıdır. Bunlardan biri yukarda belirttiğimiz gibi, Baba niteliğidir ki, bu, Tanrının kendisidir; ikinci Oğul niteliğidir ki, bu, İsa'nın kişiliğinde belirmiştir; üçüncüsü de Kutsal Ruh'tur ki, bunda Tanrı yaratıcı ve egemen bir güçtür: Demek ki Tanrı, bu üç hipostas'la gerçeklenmiş olan bir yüce varlıktır. Bu inancın kökü daha çok eski zamanlardadır. Tanrının Baba olarak nitelendirilmesi, Tanrının özünden, .başka Tanrılann fışkırdığı inancı, eski Yunan filozoflarıyle Hint ve ilkçağ din ve mitolojilerinde de vardı. Bu inançlann serpintisinden etkilenmiş olari bazı hükümdarların kendilerini tanrılaştırdıkları da bilinmektedir. Firavunlar, Nemrutlar, Roma imparatorlarından bazıları, İskender ve ulusların alınyazılarına hükmetmiş olan güçlü krallar, papalar, kayserler, çarlar, mikadolar, halifeler hep tanrılaştırılmış veya Tanrının yeryüzündeki simgesi, tanrısal güç ve iradenin yaptırım aracısı sayılmışlardır. Fakat İsa, kendisini, Tanrının oğlu olarak savunmasına, sözlerinin Babasından aldığı bildiriler ve buyruklar olduğunu iddia etmesine karşın, asla .halk üzerinde zorlayıcı bir güç olmaya çaİışmamış, sadece havralarda, sokaklarda, köylerde ve kırlarda öğüt vermek ve vaaz etmekle yetinmiştir.

Hıristiyanlar Tanrı gerçeğinin sırrına yavaş yavaş vardılar. Petrus’un İsa peygamberin gerçekten Mesih olduğuna gözleri ile görüp inanmasından ve Thomas’ın İsa peygamberin dirildiğine inanışından yola çıkan havariler ve halefleri zamanla herkesin anlayabileceği akılcı bir doktrin geliştirdiler. Teslis yani İsa peygamberin üç ayrı kişiliğinde tek bir Tanrıya olan inanç.

İncillerin türlü biçimlerde yorumlanmaları ve çevirtileri yüzünden meydana gelen anlayış farkları ve başka siyasal, ekonomik ve toplumsal nedenler yüzünden, Hıristiyanlıkta, Katoliklik, Protestanlık ve Ortodoksluk gibi üç büyük ve ana mezhep belirmiş ve bunlara bağlı olmakla birlikte bazıları sapıklıkla da suçlandırılmış olan türlü Hıristiyan tarikatları da türemiştir. Bunların hemen tümü, üçüzleme dogmasını ve İncil misterlerini hatta tapım ve ayinlerini başka başka biçimlerde anlamış ve uygulamış olan mistik düşün ve egemenlik hareketleridir. Katolikler, İsanın Tanrılığını kabul eder, fakat onun kilisesini örgütlemek suretiyle, yaptıklan hizmetin doğal bir sonucu olarak bir kuvvetli rahipler sınıfını oluştururlar. Hele bu sınıfın başı olup kendilerinin Saint-Paulos'un ardılı sayan papalar, yanılmaz, dokunulmaz ve kendilerine direnilmez birer tanrısal güç olmuşlardır. Ortodoksluk ise, Baba Tanrının yaratılmamış, fakat oğulun, yani İsa'nın yaratılmış ve ikisinin arasında kutsal ruhla gerçeklenmiş olan bir öz birliğinin bulunduğunu kabul eder. Bu büyük mezhep İsa ile Tanrılığı iki ayrı güç veya varlık saymaz, Baba ve oğlunun kişiliğinde tüm insanların acılarını çeken bir şefkat ve merhamet simgesi sayar. Birincisi Romadaki Papalarıyla, ikincisi vaktiyle İstanbul’daki Patrikleriyle, iki ayrı devletin uyruklarına hükmetmiş. olan birer siyasal erktiler. İnsanların dünya ve ahret mutluluklarını kendi irade ve tutkularına göre ayarlamış ve yönetmiş olan bu iki mezhebe karşı, daha çok halkın ekonomik ve kralların siyasal çıkarlarını korumak ve kilisenin baskısını yıkmak amacıyle Luther'in (1483-1546) kurmuş olduğu Protestanlık, hıristiyanlıkta yapılmış olan önemli bir reform girişimidir. Daha akılcı olan bu mezhepte Tanrı yarlık ve bağışlayıcılığı için kiliseye maddesel yardımlarda bulunmanın gereksizliği, Tanrının karşılıksız olarak yarılgayıcı olduğu., Tanrı adına hiç kimsenin günah çıkarma yetkisine sahip olmadığı ve insanların direkt olarak tanrıyla ilişki kurabileceği savunulmuş ve İsa, tanrısal ruhun değil, Hz, Meryemin oğlu olarak mübarek bir kişi sayılmıştır.

Çoğu Papalar tarafından sapıklıkla suçlandırılarak aforoz edilmiş olan türlü Hıristiyan tarikatları da bu üç mezhebin inançlarını başka biçimlere soktular. Daha başlangıçta Saint-Paulos, Hz. Âdem'in ilk suçu, tüm soyun ve bunların ardıllarına bulaştığından, Tanrı, kendi özünün niteliklerine sahip olan İsayı insanları bu suçtan kurtarmak için dünyaya göndermiş olduğunu ileri sürmüş; Gnostikler, İsa'nın cisimlenmiş bir Tanrı olmadığını savunmuş ve onun tüm doğa biçiminde maddeleşmiş olduğuna inanmışlardı. Bazıları da âlemi Tanrının değişik ve maddesel belirtisi sayarak varlığın birliğine (monophysisme) inanırken Tanrının İsada belirdiğini, yani İsanın konuşan bir Tanrı olduğunu savunur. Bazen Tanrının yaratıcılık gücünü ve varlığını yok eden inançlara sapar, bazen de insanları tanrılaştırmış olurlar. İsayı insan olarak doğmuş bir tanrı sayan ve Tanrı iradesinin İsa'da belirdiğini ileri süren (monothelisme) dinliler de vardır ki bunlarda, insan, İsa ve Tanrı ayrımı yapmâksızın, ilkçağ Tanrılan hakkındaki düşünlerden bazıları gibi, Meryemin oğlu İsa'yı, insanlıkla tanrılığın birleştiği iki yapıli. bir gerçeklik, ya da sadece insan biçimli ve tek yapılı varlık yani Tanrının kendisi sayarlar; daha ılımlı düşünme cesaretini gösterenler ise, İsa'yı Tanrının evlatlığı sayarak onu Tanrılaştırmak tan çekinirler (adoptionisme).

Paganizma ile Hıristiyanlığın ilk çağları arasında yetişmiş olan bazı filozoflar daha vardır ki, bunlar, yüce tanrı problemini çözmek için doğru bir yol aramalarına karşın, toplumun o dönemlerdeki inanç bunalımlarından kendilerini kurtaramamışlardır.

M.Ö. II. yüzyılda yetişmiş olan Secundus, Tanrıyı, kendi kendini mevdana getiren iyi (hayır), bütün diğerlerini kaplayan biçim, ölümsüz zihin, her şeye sokulan ruh, her şeyin özel özü, tek adlı kuvvet. ışın, zihin ve güç diye tanımlar. Ona göre, iman da «bilinmediğin kesin bilgisidir. Fakat evren, sonsuz bir daire ve sonrasız bir sürekliliktir.»

Hıristiyanlıkta Tanrı dünyayı iradesi ile yoktan varetmiş olan Yaradandır. Hıristiyanlığın birçok görüşleri bu Tanrı anlayışına bağlıdır. İnsan varoluşunu Tanrının istemesine borçlu ise o zaman insan hayatının tek anlamı, Tanrının istediğini yerine getirmek olur. Hıristiyanlık theosentrik bir dindir. Tanrı bütün varlığın merkezidir. Herşey dönüp dolaşıp ona bağlanır. Bütün varlıklar Tanrı istediği için vardır. Evren Tanrının açınmasıdır. Açınma da Tanrının istem ve özünün bir dile gelmesi olduğu için tek doğru olandır, tek geçerliliği olan şeydir. Bu yüzden Hıristiyanlık alçakgönüllü olmayı, Tanrının önünde alçalmayı ve küçülmeyi en önemli erdem sayar.



İSLAM'DA TANRI ANLAYIŞI

İslam’da basitleştirilmiş bir Tanrı kavramı yoktur. Bu tek ilah bizim bilip anlayabileceğimiz türden, bizler gibi bir varlık değildir. Müslümanları salat yani namaza davet eden “Allahu Ekber” seslenişi, Tanrı ile geri kalan gerçeklik arasındaki farkla birlikte, Tanrıyla hakkında hiçbir şey söyleyemeyeceğimiz kendisi (Ez-Zat) arasındaki farkı da vurgular. Fakat bu kavranılamaz ve ulaşılmaz Tanrı kendisinin bilinmesini istemiştir. Eski bir hadise göre Tanrı Muhammed’e “Ben gizli bir hazineydim ve bilinmek istedim. Ve bilineyim diye dünyayı yarattım.” der. Doğanın işaretleri ve Kuran ayetleri üstüne düşünerek Müslümanlar ilahiyatın dünyaya dönük Kuran’ın Tanrının Yüzü (Vechullah) dediği bu yönü hakkında fikir sahibi olabilirler. Önceki iki dinde olduğu gibi İslam da Tanrıyı ancak eylemleri ile görebildiğimizi ortaya koyar. Tanrı böylelikle söze gelmez varlığını insanların sınırlı anlayışına sunmaktadır. Kuran Tanrıyı Mutlak olarak görür, sahici varlığa sahip olan sadece O’dur. Yeryüzünde bulunan her şey fanidir. Kutsal kitap’da Tanrının doksan dokuz adı veya sıfatı vardır. Bu adlar O’nun büyüklüğüne, evrende bulabileceğimiz bütün olumlu niteliklerin kaynağı olduğuna vurgu yapar. Böylece dünya, yalnızca O el Gani (zengin ve sonsuz) olduğu için vardır, yaşamı veren O’dur (el Muhyi), herşeyi bilen O’dur (el Alim). Dolayısı ile Onsuz yaşam olmazdı bilgi veya konuşma da olmazdı. Bu yalnızca Tanrının sahici varlığı ve olumlu değeri olduğunun ifade edilmesidir.

Tanrı’nın tek olduğunu söylemek yalnızca sayısal bir tanımlama yapmak değildir. Bu birliği insanın yaşamının ve toplumun belirleyici öğesi yapmak için de bir çağrıdır. Tanrı’nın Tekliği gerçekten bütünleştirilmiş kişilikle kavranabilir. Fakat ilahi birlik Müslümanların başkalarının dinsel görüşlerini tanımalarını da gerektirir. Her zaman tek Tanrı olduğu için, bütün doğru yöne yönelmiş dinler da O’ndan gelmektedir. Kuran Tanrı’nın yeryüzünün her halkına bir haberci gönderdiğini öğretir. İslam geleneğine göre bu şekilde 124.000 peygamber olmuştur. Bu sonsuzluğu sizgeleyen bir rakamdır ve aslında Kuran özünde yeni bir mesaj getirmediğini ve Müslümanların eski dinlerle yakınlıklarını ortaya koymaları gerektiğini yineler.



SONUÇ

Yeni milenyumda gördüğümüz üzere üzerinde yaşadığımız dünya yok olmaya doğru gidiyor. On yıllardır insan yaşamını silebilecek silahları yarattığımız bilgisi ile yaşadık. Ekolojik felaket ve tedavisi bilinemeyen hastalıklar belası. İki üç kuşak sonrası nüfus artışı dünyamızın kaldırabileceğinin çok fazlası olabilir. Peki nereye gidiyoruz ve Tanrı düşüncesi gelecekte nasıl yaşayacak? Kanımca arayışımızı yanlış yerde yaptığımız ve Tanrı sevgisini bir pazarlık unsuruna dönüştürdüğümüz sürece Tanrı kavramı geçmişten geleceğe aktarılan bir düşünce olarak kalacaktır. Üç dinimize de bakarsak hiç bir şekilde nesnel bir Tanrı kavramının olmadığını ve her kuşağın kendisi için geçerli Tanrı imgesini yaratmış olduğunu görürüz. Bu ateizm için de geçerlidir. “Tanrıya inanmıyorum” cümlesi her tarihte farklı anlamlara gelmiştir. Bugün ateistlerin reddettiği Tanrı acaba patriklerin, peygamberlerin, filozofların, mistiklerin ve on sekizinci yüzyıl teistlerin Tanrısı mıdır?

Asıl zihinleri sarsan, bir Tanrıya inanmış olmak değil, inanmış olanlar ile inanmış gibi görünenlerin herşeyi ondan beklemeleri ve onu kendi iyi ve kötü tutkularını uygulamakla görevli bir varlık saymalarıdır. Tanrı inancının en temizi, karşılık beklemeden bir aşk ile ona bağlanmak ve insanları inançlarının başkalıkları yüzünden hor görmemektir. Yani Tanrı sevgisiyle hoşgörü birbirine bağlıdır ve gerçek Tanrı sevgisi onu insanların ve evrenin iş ve olaylarına musallat etmemekte saklıdır.

100 – 165 yıllarında yaşayan Kayseriyeli Iustinos demiş ki:

Tanrıyı yaradılışı ve benzer diğer şeyleri aramaktan vazgeç. Onu aramaya kendinden başla. İçinde herşeyi kendisi yapan ve Tanrım, zihnim, düşüncem, ruhum, vücudum diyenin kim olduğunu öğren. Üzüntünün, sevincin, sevginin, nefretin kaynağını öğren. Birinin nasıl iradesi dışında seyrettiğini, iradesi dışında sevdiğini öğren. Bütün bunları dikkatlice araştırırsan onu kendi içinde bulacaksın.

Upanişadlar Brahman’ın insanın kendisi olduğunu neden söylüyorlardı? Neydi Yunus’un bir ben var benden içeri demesindeki aşk? O içimizdedir. Adı ister Yaradan, ister Tanrı, ister Allah, ister Elohim, isterse İsa olsun.



KAYNAKLAR



Dinlerin Tarihi ve Gizemcilik Timothy Freke & Peter Gandy
Şamanizm Cemal Şener
Kızılderililerin Dinleri Werner Müller
Hinduizm Korhan Kaya
Dinler Tarihi Felicien Challaye
Tanrının Tarihi Karen Amstrong
Mısırda Ölüm Sonrası Fikri E.A. Wallis Budge
Tanrı Anlayışı Cemil Sena
Hz. Muhammed’in Felsefesi Cemil Sena
Düşünce Tarihi Orhan Hançerlioğlu
Meydan Larousse
Ana Britannica
İnternet bilgileri



Derleyen: Murat Ağaoğlu

Konular