Tasavvuf ve felsefe

Tasavvuf ehli, felsefeye bulaşmadı. (Kur'an-ı kerimi tam anlayabilmek ve hakiki müslüman olmak için Peygamber efendimizin yalnız emir ve yasaklarına değil, ahlakına ve her hâline uymalıdır) derlerdi.

Tasavvuf ehlinin yollarının esası şunlardır:

1) Fakirlik: Her işte, her şeyde Allahü teâlâya muhtaç olduğunu bilmektir.

2) Zühd ve takva: Her işte İslamiyet'e uymaktır. Dinin bütün ahkamına tamamen uyarak çalışmak, iyilik yapmak ve boş zamanlarını ibadet ile geçirmektir.

3) Tefekkür, sükut ve zikir: Hep Allahü teâlânın varlığını, nimetlerini düşünmek, lüzumsuz konuşmamak, hiç kimse ile münakaşa etmemek ve daima Allahü teâlânın ismini zikretmektir.

4) Hâl ve makâm: Kalbe gelen nurlarda, kalbin, ruhun temizlenme derecesini anlamak, kendini ve haddini bilmektir.

En meşhur ve ilk tasavvuf ehli Hasan-ı Basri hazretleridir. Bu zat, öyle büyük bir din âlimidir ki, büyük bir imam [müctehid] idi. Kuvvetli seciyesi, derin ilmi ile meşhurdur. Vaazlarında herkesin gönlüne Allah korkusu telkin etmeye çalışmıştır. Kendisinden birçok hadis-i şerif rivayet edilen büyük bir hadis âlimidir.

Mutezile felsefesinin kurucusu (Vâsıl bin Atâ), bu zatın talebesi iken, sonradan onun dersinden ayrıldı. Mutezil, ayrılan demektir. Mutezile'ye Kaderiyye de denir. Çünkü bunlar, kaderi inkâr edip, (Kul kendi yaptıklarının yaratıcısıdır. Allah hiçbir zaman fenalık yaratmaz) derler.

Tasavvufun gayesi, insanı Marifet-i ilahiyye'ye kavuşturmak, yani Allahü teâlânın sıfatlarını tanıtmaktır. Onun zatını, yani kendisini tanımak mümkün değildir. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), (Allahü teâlânın zatını düşünmeyiniz. Onun nimetlerini düşününüz) buyurdu. Yani, Onun kendisinin nasıl olduğunu değil, sıfatlarını ve insanlara verdiği nimetleri düşünmelidir. Bir defasında da, (Allahü teâlânın nasıl olduğunu düşündüğün zaman, hatırına her ne gelirse, bunların hiçbiri, Allah değildir) buyurdu.

İnsan aklının kapasitesi, sahası sınırlıdır. Bu sınırın dışında olanları anlayamaz. Bunları düşünürse, yanılır. İnsan aklı, insan düşüncesi, din bilgilerindeki incelikleri, hikmetleri anlayamaz. Bunun için, din bilgilerine felsefe karıştıranlar, dinimizin gösterdiği doğru yoldan ayrılır, bid'at ehli veya kâfir olur.

İslam felsefesi diye bir şey yoktur. Ehl-i sünnet âlimleri, (İslam bilgilerinin ölçüsü, insan aklı, insanın düşüncesi değil, muhkem olan [manaları açık olan] âyet-i kerimeler ve hadis-i şeriflerdir) buyuruyorlar.

Tasavvufun esası, insanın kendini (aczini, zavallılığını) tanımasıdır. Tasavvuf, sırf Allah sevgisi, yüce [ulvi] aşk esası üzerine kurulmuştur. Buna da ancak, Muhammed aleyhisselama uymakla kavuşulabilir. Kur'an-ı kerimde beyan buyurulduğu gibi, Allahü teâlâ, insanın kalbine tecelli eder. Fakat, bu tecelli yalnız Allahü teâlânın sıfatlarının tecellisidir. Akıl ile alakası yoktur. Tasavvuf ehli, Allahü teâlânın tecellisini kalbinde duyar. Onun için tasavvuf ehline ölüm bir felaket değil, güzel ve tatlı bir şeydir.

Tasavvuf ehlinden Mevlana Celaleddin-i Rumi, ölüme, Şeb-i arus = Düğün gecesi adını vermiştir. Tasavvufta, keder ve ümitsizlik yoktur. Yalnız sevgi ve tecelliler vardır. Hazret-i Mevlana, (Gel, gel, her kim olursan ol gel, müşrik, mecusi, puta tapan da olsan gel! Bizim dergahımız ümitsizlik dergahı değildir. Tevbeni yüz defa bozmuş olsan da, gel) diyor. [Bu, gel de öyle kal demek değildir. Müslüman değilsen müslüman ol, günahkâr isen tevbe et, önceki halinden dolayı ümitsiz olma, Allahü teâlâ tevbe edilip bir daha yapılmayan her günahı affeder demektir.] Bu sözler, başka zatlara da nispet edilmektedir.

Tasavvuf ehli arasında, imam-ı Rabbani, Cüneyd-i Bağdadi, Seyyid Abdülkadir-i Geylani, Mevlana Celaleddin-i Rumi, Seyyid Abdülhakim Arvasi gibi büyük veliler, Sultan Veled, Yunus Emre, Mevlana Halid-i Bağdadi gibi Hak aşıkları vardır.

Vahdet-i vücud, tasavvufun gayesi değildir. Gayeye götüren yolculuklarda, kalbde hasıl olan ve akıl ile, fikir ile, madde ile ilgisi olmayan bilgilerdir. Bunlar kalbde bulunmaz, kalbde görünür. Onun için, vahdet-i vücud yerine Vahdet-i şühud demelidir. Kalb, temizlenince, ayna gibi olur. Kalbde görünenler, Allahü teâlânın zatı da, sıfatları da değildir. Sıfatlarının suretleridir. Allahü teâlâ kendi, görme, işitme, bilme gibi sıfatlarının suretlerini, benzerlerini, insanlara vermiştir. Verdikleri Onunkiler gibi değildir. Onun görmesi, ezelidir, ebedidir. Her zaman, her şeyi görür. Vasıtasız, âletsiz devamlı görür. İnsanın görmesi böyle değildir. İnsanın görmesi, o görmenin sureti, zıllidir. Görmesinin zılli gözde, işitmesinin zılli kulakta tecelli ettiği gibi, sevmesi, bilmesi ve başka birçok sıfatlarının zılleri de, insanın kalbinde tecelli eder, hasıl olur.

Gözün görebilmesi için, hasta, bozuk olmaması gerektiği gibi, kalbin de, bu tecelliye kavuşabilmesi için, hasta olmaması gerekir. Kalbin hasta olması, günahlar ile kararmasıdır. Günahlardan kaçıp ibadet ederek kalbi temizlemelidir.

Konular